🦛 Kurani Kerimin Icinde Kil Cikmasi
Kur'an'ın kalbi olarak tanımlanan Yasin Suresi, Mekke döneminde indi. 83 ayetten oluşan Yasin Suresi’nde, Hz. Peygamber'i yalanlayan Kureyş kabilesi, Allah'ın birliğini ve kudretini gösteren deliller, öldükten sonra dirilme, hesap ve ceza konu edildi. Peygamber Efendimiz Yasin Suresi için şöyle buyurdu: "Her şeyin bir kalbi
KuranıKerimin Türkçe Okunuşu ve Meali Rahle Boy, Kuran-203 en uygun fiyat, hızlı kargo ve kapıda ödeme seçenekleriyle bkmkitap.com’da. Kuranı Kerimin Türkçe Okunuşu ve Meali Rahle Boy, Kuran-203 avantajlı fiyatlarıyla hemen satın almak için tıklayın
Harun Yazgan: “Kur’ân-ı Kerîm’in âyet numaraları, sûrelerin isimleri, sıraları, âyetlerin sırası, hangi âyetin hangi sûreye ait olduğu nasıl belirlendi?”. Kur’ân-ı Kerîm “A’ dan Z’ ye” vahiy mahsûlüdür. Hiçbir yönü, hiçbir niteliği, hiçbir tertibi, hiçbir düzeni yoktur ki vahiy harici bir parmak
Cevap. Kur'an-ı Kerim'in gönderilmesinin gayesi, akıl ve irade sahibi olmalarından dolayı sorumluluk altına giren insan ve cinlerin "kulluk bilinci"ne [Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. (Zariyat-56)] ulaşmalarını ve böylece dünya ve ahiret mutluluğuna erişmelerini sağlamaktır.
ŞuraSüresi fazileti ve sırları Allah’ın kullara olan hitabıdır. Kur’an-ı Kerimin önemli surelerinden olan Şura süresi ve ayetleri yeni nazil oluyormuş gibi hala gençliğini ve tazeliğini korumaktadır. Tıpkı şu sözün doğrululuğu gibi “Zaman ihtiyarlandıkça Kur´an gençleşiyor” Bu nedenle Şura süresinin ayetleri zahir ve sarih manasından başka çok ince ve
Kur'an'ı Kerim'in emri. Peygamber Efendimiz, hiçbir konuda heva-ı nefsi ile hareket etmeyen, vahiy üzere hareket ettiği gibi bunun yanında kendisine hikmet verilmiş bulunan hidayet rehberiydi.
KuranıKerimin Havas ve Esrarı. Yayınevi: Pamuk Yayıncılık. Yazarı:İmamı Yafi. Ebatı: Roman boy - Karton Kapak. Sayfa Sayısı:608 Bu güzide eserin içinde ayetlerin ve hadislerin ne için okunacağı hangi sure ve ayetlerin hangi işlere nelere okunacağı tek tek anlatılmış teferruatıyla izah edilmiştir.
Büyükabdest bölgesinden uzunca kıl çıkması? Bildiğimiz bagirsagimin içinden büyük tuvalet yapar gibi kil geldi. Sizce ne demek bu tutupta sac yemedim buna eminim m yapmam lazım çok korktum.
Buş ehri güvenli kil, beni ve ogullarimi putlara tapmaktan uzak tut." ğ unu sapt ı rd ı lar. Art ı k kim bana uyarsa o bendendir. Kim de bana kar şı gelirse ş üphesiz sen çok ba ğış layan, çok merhamet edensin." 14/37- "Rabbimiz! Ben çocuklar ı mdan baz ı s ı n ı, senin kutsal evinin (Kâbe'nin) yan ı nda ekin bitmez bir
KuraniKerimin Türkce Meali / Elmalili M. Hamdi Yazir Hafiz Boy. 11,50
ibadet şe kil le rin de ve ba zı hü küm ler de bir ta kım de ği şik lik ler ol muş turAl lah, . bir pey gam be rin ge tir di ği din de ol ma yan ba zı hü küm le ri, da ha son ra ki bir pey gam be rin di nin de or ta ya koy - muş tur. Ön ce ki pey gam ber le rin ge tir di ği ba zı hü küm le ri son ra -
2022 Kadir Gecesi mesajları, sözleri ve kandil mesajı seçenekleri! Kadir Gecesi her yıl İslam aleminin heyecanla karşıladığı mübarek günlerden bir tanesidir. Allah tarafından
JcTtTz. KUR’ÂN 1. Basit bir tetkik, Kur’ân’ın dil ve ifâde yönünden hiç bir kitaba benzemediğini ortaya koymaya yetecektir. Ayrıca, üslûb, ma’nâ ve muhtevâ bakımından da Kur’ân, eşsiz ve emsâlsizdir. O halde, ya Kur’ân, şimdiye kadar yazılmış bütün kitapların altında bir yere sahiptir -ki bunu şeytan bile iddia edemez- ya da Onun her kitabın üstünde bir yeri vardır. Öyleyse, Kur’ân bir beşer sözü değildir. 2. Bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de Efendimiz sav’e hitaben meâl olarak “Sen bundan önce ne bir kitab yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” Ankebût, 29/48. Evet, o gün bugündür hâlâ okuyup-yazmışlara, en büyük bilgin ve ediblere, aynı anda tüm insanlığa yönelik olan bu meydan okumayı yapan, okuma-yazması olmayan bir Zât sav’tır. 3. Yine Kur’ân’da meâlen “Eğer kulumuza indirdiğimiz Şu Kur’ân’da az bir şüpheniz varsa, haydi onun benzeri bir sûre getirin. Allah’dan gayri şahitlerinizi yardımcılarınızı de çağırın. Eğer iddianızda doğru iseniz.” Bakara, 2/23; “Yoksa O’nu Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka çağırmaya gücünüzün yettiklerini de çağırın da onun benzeri bir sûre getirin” Yunus, 10/38 buyurulmaktadır. Hangi beşerin sözünde eksik, hata, yanlış, ihtilâf ve tenakuz bulunmaz? Kur’ân ise, bu gerçeğe ve kendisinde en ufak bir ihtilâf ve tenâkuzun olmadığına “Durup Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok ayrılıklar ihtilâf ve tenâkuzlar bulurlardı” Nisa, 4/82 âyetiyle parmak basmaktadır. Allah Kelâmı’nda tenâkuz, ihtilâf, eksiklik ve yanlışlık bulmak isteyen bir takım kendini bilmezlerin yapıp ortaya koydukları şeylere, zannediyorum onların kendileri de inanmıyor. 4. Kur’ân’ın ifâde ve beyân tarzı ile, Efendimiz sav’in ifâde ve beyân tarzı arasındaki fark kolayca sezilebilmektedir. Kur’ân’ın belâgat ve fesâhatına ve üstün ifâde gücüne hiç bir beşerin ulaşması mümkün değildir. 5. Kur’ân’ın nâzil olduğu devrede şiir fevkalâde gelişmişti. İnsanlar sohbetlerinde ve kavgalarında birbirlerine âdeta hep şiirle karşılık verir, her yıl şiir müsâbakaları düzenlenir ve kazanan şiirler altınla yazılıp, Ka’be duvarına asılırdı. Birer millî kahraman sayılan şairlerin sözleriyle kabileler harbe girer veya sulh yaparlardı. Ve, Hz. Muhammed sav aralarında büyümüş olmasına rağmen, herkesin bildiği bir vâkıa olarak ne şiirle, ne seci’ ile, ne de nesirle uğraşmıştı. Sonra, Kur’ân’ın esrarlı ve i’cazkâr ifadeleri ne O’nun, ne de başkasının ifadelerine benzemiyor, ne şiirin, ne seci’in, ne de nesrin sahasına giriyordu ama kendine has orijinalliği ile herkesi büyülüyordu. Bu yüzden, insanları O’ndan uzaklaştırmak isteyen müşriklerin ileri gelenleri, “şiir desek şiir değil, seci’ desek seci’ değil, kâhin sözü desek o da değil, cinnet eserine zâten benzemiyor; en iyisi, sihirdir, kulaklarınızı tıkayın, yoksa çarpılırsınız’ diyelim” şeklinde kendilerince karşı koymaya çalışıyorlardı. Şu kadar var ki, birbirlerinden habersiz gece gizlice gidip onu dinlemekten de kendilerini alamıyorlardı. Meşhûr şair Hansa ve Lebid gibi hakperestler de, müslüman olduktan sonra şiiri bıraktılar; şiir söylemeleri istendiğinde de Kur’ân’dan bir sûre yazıp gönderiyorlar ve “Kur’ân’ı okuduktan sonra ben şiir yazmaya hâyâ ederim” diyorlardı. 6. Acaba şimdiye kadar okumuşu-okumamışı, ilk mekteplisi, üniversitelisi, mütefekkiri, avâmı, fizikçisi, kimyacısı, ve çobanı ile her tabaka, her yaş ve her seviyedeki insanın kapasitesi ölçüsünde anlayıp, hissesini alacağı bir kitap yazılmış mıdır? Şairin, mûsıkişinâsın, hatîbin, içtimâîyatçının, iktisatçı ve hukukçunun, idareci ve siyasetçinin, terbiyeci ve öğreticinin, zikir, fikir ve tarikat yolu mensubunun okuyup istifade ettiği, yol ve mesleğine menfez ve düstur, mes’elesine çözüm, derdine şifa ve fikrine cila bulduğu; ulaşımın bile güçlükle yapılabildiği en ücra köylere ve köşelere kadar her yerde arz-ı endâm edip Güneş gibi ışık saçan tek kitab sadece Kur’ân’dır. 7. Kur’ân’ın dışında usanmadan birkaç defa okunabilen kitap belki hiç yoktur; fakat Kur’ân’dır ki, defalarca okunur, devamlı hatmedilir; namazda ve çeşitli vesilelerle okunur, ama hiç bir zaman usanç ve bıkkınlık vermez. Nice müstesnâ eserler, fikir yazıları ve şiirler orijinalliğini ve değerini kaybeder; nice aktüel eserler birkaç yıl, hatta bir kaç ay ya dayanır ya dayanmaz. Hem doğruluğu, hem de aktüalitesi yönünden değerini yitirir, bir gazete gibi atılır, yırtılır gider. Ama Kur’ân, ne lâfzı, ne okunuşu, ne ma’nâ ve muhtevası, ne orijinalliği ve aktüalitesi ne de doğruluğu açısından solmak, pörsümek ve eskimek şöyle dursun, her geçen gün ruhlara, vicdanlara, akıl, kalb ve dimağlara yeni yeni meltemler üfler, daha ileri seviyede fikir ve bilgiler takdim eder ve gençliğini, tazeliğini her dem arttırarak muhafaza eder gider. 8. Bir yazar, eserinde umumiyetle içinde bulunduğu şartların, yaşadığı hâdiselerin ve çevresinin tesirinde kalır ve dar bir zamanın dışına çıkamaz; çıksa da, bu ya ütopya, ya anti-ütopya, ya da bilim kurgu cinsinden olur. Oysa, Kur’ân’a baktığınızda, onun nasıl Kâinat’ın başlangıcına ve sonuna, insanın yaratılışına ve gelecekteki hayatına dair kat’i ifâdeler kullandığını görür ve ister istemez, “bu, bir beşer sözü olamaz” demek zorunda kalırız. 9. Bir yazar, daha çok kendi sahasında eserler verir; bilhassa, uzmanlıkların alabildiğine çoğaldığı günümüzde, herkes kendi dar sahasının adamıdır. Halbuki, Kur’ân içtimaî, iktisadî, hukukî, psikolojik, siyasî, askerî, tıbbî, fizikî, biyolojik.. kısaca, her sahada prensipler ortaya koymakta, o sahanın temel hakikatlerini dile getirmekte, geçmişten ve gelecekten bahsetmektedir. Böyle bir Kitab’ın ümmî ve bugünkü teknik-ilmî imkânların hiç birine sahip bulunmayan bir Zât tarafından yazılmasını hangi akıl kabul edebilir? Bizzat Kur’ân-ı Kerim’de Efendimiz’e hitâben meâl olarak “Sen bundan önce ne bir kitab okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar, şüphe duyarlardı.” Ankebût, 29/48 ve “Sen önceden kitap nedir, îmân nedir bilmezdin” Şûrâ, 42/52 denilerek, O’nun okuyup yazmasının olmadığı beyân ve ilân edilmektedir. Müşrikler de, içlerinde yetişip yakînen tanıdıkları O Zât’ın okuyup-yazması olduğunu ve buna dayanarak Kur’ân’ı uydurduğunu bir kere olsun iddia edemediler. 10. Yazar, eserini yazarken mal-mülk edinme, zengin olma, makam ve şöhret kazanma veya idealini tebliğ ve yüceltme ve mukaddeslerine ya da menfî düşüncelerine hizmet etme gibi gayelerden birini düşünebilir. Muhalfarz, Kur’ân’ı Efendimiz kendisi yazmış olsa, bununla mal-mülk edinme gayesi taşıyordu denebilir mi? Hâşâ, O’nun 23 yıllık peygamberlik hayatına baktığınızda, dünyanın tozuna-toprağına asla bulaşmadığını, namazının arasında dahi cemaati bırakıp, mescidden ayrılarak evindeki üç-beş kuruşu dağıttığını, 3 gün geçtiği halde yiyecek tek lokma bulamadığını, açlıktan zaman zaman karnına taş bağladığını, hatta Ashâbı’nın durumunun yavaş yavaş düzelmeğe başladığı bir zamanda hanımlarının kendisinden birazcık rahat bir hayat istemesi karşısında onları ya kendisini ya da dünyayı seçme şıklarından birini seçmeyle karşı karşıya bıraktığını ve onların da kendisini seçtiğini görecek ve Huneyn savaşında ganimet olarak eline 8 bin okka gümüş ve yüzlerce deve, binlerce koyun geçtiği halde, vefatında, evine yiyecek temin edebilmek için rehin olarak verdiği kalkanını hâlâ geri alamamış olduğunu içiniz sızlayarak müşahede edeceksiniz. Bütün bunlardan sonra O’nun sav gâyesi, makam, mevkî, şöhret ve ün yapmaktı diyebilir misiniz? Hâşâ, daha Mekke döneminde Risâleti’nin başlangıcında kendisine Mekke’nin reisliği, dünyada kimsenin sahip olmadığı miktarda mal ve Mekke’de isteyeceği en güzel kız teklif edilmiş, fakat O bütün bu teklifleri, “Sağ elime Güneş’i, sol elime Ay’ı koysalar, vallahi ben da’vamdan vazgeçmem” diyerek elinin tersiyle geri itmişti. Sonra, şöhret peşinde koşan bir insan, eserinde hiç kendisinden bahsetmez mi? Halbuki, Kur’ân’a baktığımızda, diğer peygamberlerin isimlerinin aşağı yukarı 500 defa geçtiğini, buna karşılık Muhammed’ isminin ise sadece 4 defa zikredildiğini Âl-i İmran, 3/144, Ahzâb, 33/40, Muhammed, 47/2, Fetih, 48/29 hayretle görür ve O Yüce Kâmet sav önünde bir kez daha “Eşhedü enneke Rasûlüllah” diyerek eğilmekten kendimizi alamayız. 11. Esbâb-ı Nüzûl denilen ilim sahası, her âyetin hangi hâdise münasebetiyle indiğini ele alır. Kur’ân’da on beş kadar âyette “Yes’elûneke= Sana soruyorlar” şeklinde Peygamberimiz’e sorulan sorular bahis konusu edilmekte ve bunlara “kûl=de” şeklinde başlayan cevaplar verilmektedir. Çeşitli haram ve helâller, ganimetlerin taksimi, hilâller, Kıyamet, Zülkarneyn, infak şekli ve ruh gibi, her birine bir beşerin gerekli cevabı vermesinin mümkün olmadığı çok çeşitli konularda gelen bu soruları cevaplayanın Allah cc olduğu gayet açıktır. Çünkü, her soruya en uygun cevabı vermek ve her hâdise münasebetiyle en müsait ve elverişli çözümü muhtevî bir âyet göndermek hiç bir zaman bir beşerin tâkâti dahilinde olamaz. Kaldı ki, böylesi sorular karşısında Efendimiz sav’in bir miktar sükût buyurduğu oluyordu; yani cevap olarak inecek âyeti bekliyordu. Nitekim, kendisine ruh’tan sorulduğunda böyle olmuştu. 12. Hangi insan, hangi yazar, kendine olan güven ve itimadı sarsacak şekilde, bir zaman doğru dediğine sonra yanlış’ diyebilir ve zaman zaman görüş değiştirip, davranışlarında yeni ayarlamalara gidebilir; hele bu yazar, bütün dünyaya bir mesaj takdim etme iddiasındaysa? Halbuki, Kur’ân’da yalnız Mekke ve Medine’liler veya Arap Yarımadası insanları için değil, hatta yalnız dünya insanlığı için de değil, bütün âlemler için rahmet’ olarak gönderildiği ifade olunan Hz. Muhammed sav, zaman zaman Kur’ân’ın tatlı ikâzıyla yapmakta olduğu veya yapmaya niyet ettiği hareketini değiştirir ve davranışını Kur’ân’a göre yönlendirirdi. Kendisi insanların hidâyeti için gönderilmişti. Amcası Ebu Tâlib’in hidâyetini arzu etmesi de gayet normaldi. Çünkü O, hem amcası hem de 40 yıla yakın kendisini himaye eden bir şahıstı. Ancak esas olan Allah’ın dilemesidir. İşte Allah Rasulü ısrarla amcasına, ölümün çok yakın olduğu bir anda “Lâ ilâhe illallâh de, ahirette sana şefaat edeyim”, demesini söylüyor, fakat Ebu Talib bunu söylemiyordu. İşte bu mes’elenin tahlilini yapan âyet meâlen O’na şöyle diyordu “Sen sevdiğini hidâyete erdiremezsin; ancak, Allah dilediğini hidâyete erdirir” Kasas, 56. Bakın başka misâller Müslüman tanındığı için münâfıkların başı olan İbn Selûl’ün cenâze namazına duracaktı, fakat Allah’ın ikâzıyla bıraktı Tevbe, 9/84. Azadlı kölesi Zeyd’e “evlâdım” derdi; Allah, âyetle evlâdlık edinmeyi kaldırdı Ahzâb, 33/4. Hiç aklından geçmediği halde, azadlı kölesi Zeyd’den ayrılan Hz. Zeynep’le ilâhî emir neticesi izdivaçta bulundu Ahzâb, 33/37. Bedir esirlerinin affedilip salıverilmesi düşünülüyordu; Allah’ın ikâzıyla fidye karşılığı salıverildi... Bütün bu ve benzeri emir ve nehiyler gösteriyor ki, O, hiç bir zaman kendi başına hareket eden biri değil, sadece Allah’ın hükümlerini uygulayan bir elçi, bir Rasûl’dür. Davranışlarını da kendiliğinden değil, Allah’ın ikâzıyla değiştiriyor ve hiç bir zaman “hevâsından konuşmayıp, yalnızca Vahy’e tâbi oluyor” Necm, 53/4. 13. Hiç bir insan kendi kendine namusuna leke getirmek ve bu mevzûda dile düşmek istemez. Hele bu insan, ömrü boyunce emîn’ olarak tanınmış bir iffet ve nâmus âbidesiyse! Gerçek bu iken, Efendimiz sav’in hayatına baktığımızda münafıkların düzüp ortaya attığı bir hâdiseye şahit oluruz; tam bir ay belini büken, kendisini ızdıraptan ızdıraba sürükleyen, yalnız kendisini değil, pâk zevcesi Âişe Validemizi ve en büyük dostu Ebu Bekir Efendimiz ra’i ve diğer mü’minleri dilgir eden ifk’ hâdisesine. Münafıkların Aişe Validemiz’e attıkları iftira karşısında, eğer Kur’ân’ı -hâşâ- kendi yazmış olsaydı, hakikatı ortaya koymak veya namusu üzerinde en ufak bir lekenin olmadığını ilân etmek için bir ay bekler miydi? Sonra, hiç insan kendi eviyle, aileleriyle alâkalı bazı mevzûları açıklamak ister mi? Halbuki, Kur’ân, Efendimiz’in hanımlarıyla ilgili olarak “Evlerinizde oturun, ilk cahiliye kadınlarının açılıp-saçılmaları gibi açılıp, saçılmayın.” Ahzâb, 33/33 ve “sözü yumuşak-tatlı edâ ile konuşmayın” Ahzâb, 33/32 şeklinde emir, nehiy ve ikâzlar ihtivâ etmektedir. Sadece bu bile, Kur’ân’ın Kelâm-ı İlâhî olduğunu isbata yetmez mi? Nükte... Hicrî ikinci asır sonlarında hilâfet makamına oturan Abbasî halifelerinden El-Me'mun, dış dünyaya açık bir devlet adamıydı. Zamanında Müslüman - Hıristiyan bütün ilim adamları ondan itibar görmüş, yabancı dildeki ilim kitabları Arabçaya tercüme edilerek bilgi alış verişinde bulunulmuştur. O kadar ki Me'mun zamanında yerin yuvarlak olduğu resmen tesbit edilmiş, kurulmuş olan "Nısfünnehar" usûlüyle arzın kuturunu ölçmek gibi bâzı ilim mes'elelerinde kesin hükme varılmıştı. Bu çalışmaları sırasında Me'mun, meclisinde cin fikirliliği ile dikkatini çeken bir Yahudi ilim adamına bir gün şöyle bir sual sordu -Mâdem hâdiseleri bu kadar akılcı bir anlayışla inceleyebiliyorsun? Neden Müslüman olmuyorsun? Kur'an'la, İncil, Tevrat arasındaki farkı bilmiyor musun? Yahudi şöyle cevap verdi - Bu mevzuda çalışma yapıyorum. Çalışmam bitince vardığım kararı size bildiririm. Me'mun Yahudi'ye baskı yapmayı düşünmedi. Çünkü biliyordu ki baskıyla îmana gelinmez, korkuyla Müslüman olunmazdı. Yahudiyi kendi hâline terkeden Me'mun, ona bir daha bu mevzuda sual sormadı. Aradan bir sene geçmiş ve Yahudi yine Me'mun'un meclisindeki ilim adamlarıyla sohbete başlamıştı. Ancak, bu Yahudi, bir sene önceki Yahudi değildi. Bu defa İslâm'ı bütünüyle benimsemiş, Kur'ân'ın ahkâmını tamamıyla kabullenmişti. Me'mun buna şaştı - Hayırdır inşâallah. Bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında, ne fark var ki o zaman îman etmediniz de bu sene İslâm'a girdiniz? Yahudi şöyle îzah etti - Efendim, şüphesiz bir sene önceki Kur'an'la bir sene sonraki Kur'an arasında hiç bir fark yoktur. Beni İslâm'a yaklaştırıp, îmana girmeme sebeb olan da budur zaten. - Nedir, Kur'ân'ın değişmezliği mi? - Evet. Bakın çalışmalarım nasıl cereyan etti ve ben nasıl bir sonuçla Müslüman oldum, onu arzedeyim sizlere. Ve şöyle devam etti - Önce evime çekildim. Günlerce İncil yazmaya koyuldum. Üç tane İncil nüshası yazdım. Birincide birkaç satırı eksik bıraktım. Ötekinde hiç bir eksik yoktu. Üçüncüsünde ise birkaç satır fazlaydı. Kendimden yapmıştım ilâveyi. Ben bu üç İncil'i de alıp kiliseye gittim. Papaza gösterdim. Papaz efendi üçünü de inceledi, tahkik etti. Sonunda satın aldı ve yaptığım hizmetten dolayı da beni tebrik etti. Dönüp geldim, aynı şeklide üç Tevrat nüshası yazdım. Bunun da birincisinde bazı âyetleri yazmadım. Eksik kaleme aldım. İkincisi noksansızdı. Üçüncüsünde de birkaç satır ilâve ederek olmayanları da var gösterdim. Bunu da Haham'a gösterdim. Haham inceledi, üçünü de beğendi, parasını vererek satın aldı, ayrıca da teşekkür etti. Bu defa sıra Kur'an'daydı. Kur'an büyüktü. Tamamını yazamazdım. Sadece üç cüz yazabildim. Birinci cüz'ünde birkaç satırını eksik bıraktım. İkinci cüz'ü tamam yazdım. Üçüncü cüz'ünü de birkaç satır ilâve ile olmayanı var göstererek yazdım. Büyük bir tecessüs ve ihtimamla bütün din adamlarını gezdim. Hepsine de yazdığım Kur'an'ı gösterdim, almalarını söyledim. Hepsi de önceden memnuniyetle alacaklarını söylediler. Ama şöyle bir bakıp inceleyince hepsi de aynı yerleri yakaladılar. - Bu cüzde şu, şu satırlar eksik, bu cüz ise tamam. Şu cüzde ise şu şu satırlar ilâve edilmiş, fazla yazılmış. Kur'an'ın aslında böyle bir kelime yoktur. Hepsi de benim yazdığım Kur'ân'ı ezberlerinden eksiksiz okudular, tashih ettiler. Ben anladım ki, Kur'an nasıl nazil olmuşsa aynen zabtedilmiş, aynı tazelik ve sağlamlığını da muhafaza etmektedir. Kur'an'da ilâve-noksan söz konusu değil. Nazil olduğu şekli aynen koruyan en son kitabdır. Bundan sonra Müslüman oldum. İşte İslâm'a girmeme sebeb olan araştırma böyle oldu. A. Kur’ân’da ilim ne, ne kadar ve ne ölçüde bulunur? 1. Kâinatı ve insanı anlatan bir kitab olarak her şeyi beyan eden Kur’ân’da hiç bir şey eksik bırakılmamış En’âm, 6/59, yaş, kuru her şey, münderecatına dâhil edilmiştir. İbn-i Mes’ûd, “Kur’ân’da her şeye ait ilim indirilmiş ve her şey beyan edilmişse de, bizim ilmimiz O’ndaki her şeyi anlamaya yetmez” derken, İbn-i Abbas, “Devemin ipi kaybolsa, onu herhalde Allah’ın Kitabı’nda bulurum” demekte, Süyûtî ise, Kur’ân’da bütün ilimlerin yer aldığını ifade etmektedir el-İtkan. Son Nebî’yle kemale erdirilmiş mükemmel Din İslâm’ın Kitab’ı ve dolayısıyla cihanşümûl olması hasebiyle Kur’ân, bütün zaman ve mekânlara aittir. O, müfessirinden fakîhine, sosyologundan psikoloğuna, mutasavvıfından filozofuna, fizikçisinden kimyacısına, herkese, her asırda ve her tabaka ve seviyede ders verir; Kur’ân’ı, O’nda kendini arayarak okuyan insan, “Kur’ân bana hitab ediyor, bana beni anlatıyor” der. Bir de O’nu gırtlağından aşağı indirerek okuyabilirse, işte o zaman başına gelmiş gelecek her şeyi, hayatındaki zikzaklarını, karanlık aydınlık bütün hallerini ve hastalıklarını O’nda keşfeder ve dertlerine deva, hastalıklarına şifa olacak ilaçları da yine onun eczanesinden alabilir. Kur’ân’da nefis terbiyesi, ruh ve kalb temizliği, vicdan muhasebesi, aile idâresi, çocuk terbiyesi, içtimaî münasebetler, âdâb-ı muaşeret kaideleri, ahlâkî mes’eleler, hukuk, iktisat, muamelât, kâinatta cârî kanunlar, ilim ve fenlerin esasları, medeniyet harikalarının fihristesi ve daha neler neler vardır. 2. Kur’ân’da mahiyeti, ehemmiyeti ve kıymetine göre her şey vardır. a Evet, Kur’ân’da her şey vardır; fakat çapına, azametine, önemine, mâhiyet ve kıymetine göre vardır. Nedir en önemli mes’ele? Tevhid, nübüvvet, haşir, kulluk, ebedî saadeti kazanma, azaptan korunma... Bunlardan başka, Allah’ın kâinattaki icraatı, san’atlarının teşhiri, sıfât ve esmâsının tecellileri, sistem ve kürelerin muhteşem bir nizam ve âhenk içinde bunu ifâde etmesi... Bütün bunlar, en ince ayrıntılarına kadar açık seçik anlatılmış; ayrıca, belli devrelerde ortaya çıkacak ilmî gelişmeler ve teknik buluşlar da, ehemmiyet ve kıymetlerine göre açıkça olmasa da, ya işareten veya remzen Kur’ân’da yerlerini almışlardır. Neden açıkça değil? Şundan ki, meselâ, beşerin pek mühim gördüğü elektrik, tayyare ve füze gibi vasıtalar “Biz neden Kur’ân’da sarahaten geçmiyoruz?” diye soracak olurlarsa, karşılarına hemen Güneş, Ay ve yıldızlar, galaksi ve kuasarlar çıkıp “Haddinizi bilin, bir sinek kanadı bile sizden çok daha mühim, çok daha san’atlı ve çok daha harikadır. Öyleyse, protokoldeki yerinizi karıştırmayın; siz ancak çapınız ölçüsünde Kur’ân’da yer alabilirsiniz” der ve onları susturur. b Kur’ân’da her şey vardır fakat, muhtelif derecelerde ve çeşitli hüviyetlerde içtimaî düsturlar ve içtimaî ve kevnî kanunlar halinde vardır. Çok şey de, insanların çalışmasına ve gayretine terettüb eden nüve, çekirdek ve tohumlar halinde bulunur. Deylemî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerifte Efendimiz sav, “Muhakkak her âyetin zâhirî, bâtınî, bir haddi ve müttalâ’ı yani açık ve işaret yollu ma’nâları, ayrıca da muttalî olunan ve anlaşılabilen bir haddi; bundan başka, her biri için de dallar ve budaklar ve fünuna ait ma’nâlar vardır” buyurmaktadır. c Kur’ân’da her şey vardır ama herkes her şeyi O’nda olduğu gibi göremez. Gazalî’nin İhyâ’sında işaret ettiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in sarîh ve zâhirî ma’nâlarını havas gibi avâm da anlayabilir; bâtınî ve gizli ma’nâlar ise müdakkik ve mütefekkir ilim erbabına mahsustur. Kur’ân’ın “İlim’de kök salıp, derinleşenler” Âl-i İmran, 3/7 diye tavsif ettiği gavvaslar, O ummâna dalıp inci, mercan çıkarırlar. Ama, herkes O ummana dalamaz; herkes O’ndaki cevheri görüp takdir edemez. Antika bir eşyaya demirciler çarşısında ancak ağırlığı kadar kıymet verirler; fakat antikacının yanında paha biçilmez bir değeri vardır onun. Demek ki, Kur’ân’da çok şey, ancak çalışma, tefekkür ve ilhamla erbabının anlayabileceği nişanlar, işaretler, alâmetler ve ipuçları halinde bulunmaktadır. B. Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ilimlerden açıkça bahsetmemesinin sebepleri nelerdir? 1. Eğer Kur’ân-ı Kerîm, bütün ilimlerden açıkça bahsetmiş olsaydı, bu onun Allah Kelâmı olduğuna daha açık bir delil teşkil ederdi diye düşünülüyorsa, bu yanlıştır. Çünkü, her şeyden önce Kur’ân, modern ilimler kitabı olmadığı gibi, yukarıda temas ettiğimiz üzere takib ettiği esas mevzû da, dünya ve bilhassa Ahiret saadetini kazandıracak şekilde topyekûn insan hayatıdır. İlimlerin her zaman ve mekânda, her şart ve seviyedeki dünkü ve bugünkü insanın hayatında, bu hedef ve mevzû noktasından yeri nedir ki, Kur’ân, sayfalarını mufassalan onlara ayırsın? Ayrıca, ilimlerin tafsîli bahsi, Kur’ân gibi bir kitabın îcazına da ters düşerdi. Bunun içindir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de Ma’rifet-i İlâhî, tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadet gibi temel maksatlar çerçevesinde çok özlü ve îcazlı biçimde temas veya işaret ediliveren dünyanın yuvarlaklığı ve dönmesi, kutupların basıklığı, insanın yaratılışı ve ceninin anne karnında geçirdiği safhalar, atomlar ve parmak izleri, yağmurun teşekkülü, bulutların aşılanması ve ses ve görüntü nakli gibi pek çok ilmî ve teknik bahis, O’nun i’caz ve îcaz yönü kesintiye uğramadan ve yeterince yer almıştır. Bu yönüyle de O, ilâhî kelam olduğunu ilân ve isbat etmektedir. 2. İlimler, tıpkı insanlar gibi doğuş, bebeklik, emekleme, çocukluk, delikanlılık ve olgunluk devirlerini yaşarlar. Önce nazariyeler ortaya atılır; sonra da üzerlerinde yapılan deney, tecrübe ve gözlemlere dayalı çalışmalardan ve muhakeme ve mukayeselerden sonra bu nazariyeler, ya çürütülür ya da o zamanki bilgi ve gelişmeler çerçevesinde doğru kabul edilirler. Çok zaman bu doğru kabul ediş bile, belli bir zaman dilimiyle sınırlı kalmaya mahkûm olup, daha sonraki araştırma ve gelişmeler, o doğruları da yalanlar ve neticede ortaya yeni doğrular çıkar. Bu doğruların da zamanla yalanlandığı ve yerlerini yeni doğruların aldığı çok zaman vâkidir. -Gerçi, çekim kanunu’ gibi değişmeyen kanunlar da vardır; fakat bunlar, sayıca çok az olup, ilimler devamlı gelişmekte ve ilmî doğrular, zamanla doğruluklarını kaybetmektedirler- Meselâ, bir zaman Newton fiziği, bir zaman da Einstein fiziği doğru kabul edilmiş, bir zaman ikisi de bir arada doğru gibi görülmüş, bugün ise Einstein fiziğinin de yanlışlar ihtiva ettiği ortaya çıkmıştır. Yarının neler getireceğini ise şimdilik bilemiyoruz. Aynı vakıa, kimyada da, biyolojide de, astronomide de bahis mevzûudur. Bu durumda Kur’ân-dan, ilimlerin hangi devrinden bahsetmesini isteyeceğiz? 3. “Herhangi bir asrın, diyelim ki 20 ’nci asrın insanına o asırdaki gelişmelerden bahsetseydi” denilecek olursa, o zaman da şu mes’eleler ortaya çıkacaktır a Kur’ân, belli bir devrin değil, bütün zaman ve mekânların ve bütün insanlığın Kitabı’dır; hattâ, insanlarla beraber cinlerin de Kitabı’dır. b Sadece belli bir asrın insanını memnun etmek, Kur’ân’ın cihanşümullüğüne ve ana maksatlarına ters düşer. c İlimlerin bu asırda ulaştığı noktadan bahsedildiğinde, dünün insanı bundan ne anlayacaktır? Batı’da dünyanın döndüğünü söylemenin bile insanları zindanlara ve giyotinlere götürdüğü bir asırda bugünkü ilmî seviye ve gelişmelerle, teknik vâsıtalardan bahsetmek, o asır insanını inkâra, taaccübe ve çok yanlış değerlendirmelere sevketmek demek olmaz mı? Yalnızca bugüne hitap eden bir kitab, önceki asırlar için nasıl muğlâklık, müphemlik ve anlaşılmazlıktan kurtulabilir? d 21. ve 22’nci asırların yepyeni ilmî ve teknik gelişmeleri karşısında, o asırların insanları, Kur’ân’a 20’nci asrın modası geçmiş kitabı’ gözüyle bakmayacaklar mıdır? e Bugün doğru kabul edilen pek çok ilmî faraziye’nin bir gün gelip de yanlış tarafları ortaya çıktığında Kur’ân, yanlışlar ihtiva eden bir kitap durumuna düşmüş olmaz mı? Yanlışlarla dolu bir kitabın İlâhî Kitab olduğunu kim kabul eder? Kur’ân, bütün zaman ve mekânlara ve her seviye ve şarttaki bütün insanlara hitab etmektedir; dolayısıyla dili, üslûbu ve ele alıp ihtiva ettiği mes’ele ve mevzûlar da şüphesiz buna göre olacaktır. İlimlerin ortaya koyduğu bir mes’eleyi Kur’ân’daki bir âyete tıpatıp uyar görsek bile, yine de ihtimaller içinde, “şöyle de olabilir böyle de” demeli ve o âyeti bahis mevzuu ilmî mes’eleyle te’vil, tefsir ve tevfikte acele etmemeliyiz. İlmî bir gerçekle, veya gerçek sanılan bir mes’eleyle bir âyet ya da hadîs arasında tam bir mutabakat görülse bile, yine de her zaman için mümkün olan değişmeleri ve kendi anlayış ve seviyemizi hesaba katarak çok dikkatli ve ihtiyatlı olmak zorundayız. Şimdi mes’eleyi daha da müşahhaslaştırmak için bir misâl verelim Günümüzde, AİDS’i, Kur’ân’da geçen dâbbetü’l-arz’la aynîleştirme mevzuu var. Kur’ân’da, Allah’ın hükmü verildiğinde dâbbetü’l-arz’ın çıkacağı beyan edilmekte Neml, 27/82 ve gerek âyetten, gerekse âyetin siyak ve sibakından, bu dâbbenin bir Kıyamet alâmeti olduğu anlaşılmaktadır. Zuhuruyla beraber de yeryüzünde îmanî hayat bütün bütün sönüp, süratle bir îmansızlık dönemine doğru gidiş bahis mevzu edilmektedir.. yani dâbbe zuhur edince, artık, yeryüzü vazifesini tamamlamış ve “Allah” diyenler de âdeta yok denecek kadar azalmıştır. Ve, bütün elmas ruhluların gidip, kömür ruhluların ortalığı sardığı böyle bir dönemde, “yok olma” hükmünün verilmesi için dâbbetü’l-arz’ çıkacak ve “gayrı bundan sonra insanlar îmana yanaşmayacak ve inananlarda yakîn hasıl olmayacaktır” diye, kömür ruhlulara ilânda bulunacaktır. Şimdi, Kur’ân’ın verdiği bu kısa malûmat ve mevzuyla alâkalı hadîsler çerçevesinde, AİDS gerçekten dâbbe’ olabilir mi, sorusuna cevap arayalım Her şeyden önce, dâbbe’nin çıkacağı kesin olmakla beraber, keyfiyeti mevzuundaki hasen, zayıf; çeşitli hadîslere ve kelimenin ma’nâsına bakılarak, bunun virüsten gergedana muhtelif mahiyetlerde olabileceğini söylemek mümkündür. Evet, dâbbe’, insanlar arasında salgın hastalıklara yol açan mikrop olabilir; fakat illâ AİDS’ olur denemez. Çünkü, Kur’-ân’ın çizdiği sınırların dışına taşmanın sebep olduğu frengi gibi zührevî hastalıklar ve hatta, bir zaman beşeri kasıp kavuran sıtma, veba ve verem gibi hastalıkların da aynı çerçevede mütâlaa edilmesine bir mâni yoktur. Sonra, Hz. Mesih as’in zuhurunu müteakip umumî durumu anlatan hadîslerde beşerin müptelâ olacağı öyle korkunç hastalıklardan söz edilmektedir ki, bunların mikroplarına da dâbbe’ demek mümkündür. Kaldı ki, dünkü verem gibi, henüz tıbdaki her türlü gelişmeye rağmen bir türlü sebep ve tedavisi tam olarak keşfedilemeyen ve bir hücre anarşisinden ibaret olan kanser de en az AİDS kadar tehlikeli, öldürücü ve hem daha da yaygındır. Eğer, AİDS’i dermanı yok diye dâbbe’ sayacak olursanız, şimdilik kanserin de dermanı yoktur.. ileride AİDS’e de, kansere de derman bulunamaz diye bir iddiada bulunmak ise doğru değildir. Hem böyle bir anlayış, Efendimiz sav’in yaşlılık ve ölüm dışında her derdin dermanının olduğunu beyan eden hadîsine de ters düşmektedir. Binaenaleyh, dâbbe’yi sadece AİDS veya benzeri bir başka hastalığa hamletmek, âyetin geniş, engin, şümullü ve bütün zamanları kucaklayıcı objektif ve çok buudlu edâsına ters düşer ve ma’nâyı daraltır. Evet, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerin nurlu ve her zaman taze beyanlarının destek ve koltuk değneklerine ihtiyacı yoktur. Dışta hiç bir tezâhürü görülmese de, insan vicdanında apaydın sezilecek kadar parlaktır onlar. Bu kâbil pozitif netice ve istidlâller, olsa olsa bizim zavallı aklımıza konan toz ve toprağı alıp götürmeye mâtuf süpürgeler olabilir ancak. Bu cılız mes’eleler, o yüce hakikatları omuzlarında taşıyabilecek güçte değillerdir. Sonra, âyeti, AİDS veya bir başka hastalığa hamletmek, ümidimize indirilmiş birer darbe demektir. Çünkü, âyette, dâbbetü’l-arz’ çıkınca îman ve yakînin yerini sukût, gerileme ve inkırazın alacağı ifade edilmektedir. Halbuki, hadîs-i şeriflerin tebşirâtı altında, biz İslâm’ın cihanda bir defa daha hâkim olacağına, kâinat ufuklarında bir defa daha şehbal açıp, dünya muvazenesinde yeniden ağırlık kazanacağına, Hristiyanlığın aslına avdetle İslâm’a tâbi olacağına ve dünyanın dört bir yanında insanların Peygamber sav’i anacağına gönülden inanıyoruz. Bu bakımdan, dâbbetü’l-arz’ı, Kıyamet’in kâfirlerin başına kopacağı karanlık zamanlarda bekliyoruz. O halde, dâbbetü’l-arz’ mevzuunda da ifrat-tefrit arası muvazeneyi koymak gerekirse, şöyle diyebiliriz “Bir başka tehlikeli hastalık gibi, AİDS de dâbbetü’l-arz’dan bir fert olabilir; evet AİDS, ona ait vazifelerden bir kısmını görecek çok fertlerden biri ve bu hakikatten bir ma’nâ; bu nev’den de her asra bakan bir fert olabilir. Fakat, dâbbetü’l-arz’ illâ ve mutlaka AİDS’tir denemez.” Bugün yapılan yanlışlar, yalnızca dâbbe’yle sınırlı kalmıyor. Bir ilim adamı çıkıyor, ilim adına marifet yapıyorum diye “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaçın” hadîsine, “Cüzzamın mikrobu tıpkı aslana benzemektedir. Bugün mikroskopla ortaya çıkan bu gerçeği Efendimiz sav 14 asır önce görmüş” diye yorumda bulunuyor. Halbuki, o mikrop hiç de aslana benzememektedir. Şimdi, böyle bir izahın yanlışlığı ortaya çıkınca -hâşâ-Efendimiz sav’den hilâf-ı vâki bir beyan sâdır olduğu intibaını vermeyecek midir? O halde, âyet ve hadîsleri ilimlere göre açıklamaya çalışırken, daima “fîhi nazar” deyip, daha başka ihtimalleri nazara alarak ihtiyatı elden bırakmamak lâzımdır. Nükte... Bir Kur'an mualliminden, çok genç bir delikanlı ders almaktaymış. Bu delikanlının benzinin cidden solgun olduğunu farkedenler, hocaya demişler ki "Bu genç Kur'an oku mak için bütün gece uyanık duruyor ve Kur'ân'ı bir gece zarfında hatmediyor." Bunun üzerine hoca sormuş -Oğlum, haber aldım ki, sen bütün gece uyanık duruyor ve Kur'an'ı hatmediyormuşsun. Delikanlı bu söylenenin doğru olduğunu bildirince, hoca - Oğlum, şu halde bütün gece zarfında Kur'an okurken beni önünde farzet ve namazda bana Kur'an okuyormuş gibi yap, fakat beni hiç hâtırından çıkarma, demiş. Genç talebe bu teklifi kabul etmiş ve sabah olunca aralarında şu konuşma geçmiş -Dediğimi yaptın mı? - Evet efendim. -Kur'an'ı hatmedebildin mi? - Hayır, yarısından fazlasını okuyamadım. - Oğlum, o halde bu gece, Hz. Peygamberden Kur'an'ı dinlemiş olan herhangi bir sahâbîyi düşünerek oku. Dikkatli ol, çünkü sahâbîler Kur'an'ı bizzat Hazret-i Peygamberden dinlemiştir. Bu sebeble okurken sakın hatâ işleme. Delikanlı "peki" dedikten sonra, o gece yine Kur'an okumuş, fakat bu sefer ancak dörtte birini okuyabildiğini hocasına söylemiş. Ertesi gece için de hocası onun bu sefer bizzat Hazret-i Peygamberi düşünerek okumasını tavsiye etmiş, genç adam da öyle yapmış, fakat Kur'an'ın sadece bir cüz'ünü okuyabildiğini fark etmiş. Nihayet, şeyh ona - Oğlum, bu gece de Allah'a tevbe et ve kendini hazırla... Ve Allah'ın huzurunda Kur'an okuduğunu düşün... demiş. Ertesi gün, hoca, talebesinin gelmesini beklemiş, fakat gelen olmamış. Durumu öğrenmek üzere gönderdiği bir adam, gencin hasta yattığı haberini getirince, üstad bizzat giderek talebesini ziyaret etmiş ve onu ağlarken bulmuş. Genç adam hocasına -Hocam, Allah size çok sevablar ihsân eylesin. Ben şimdiye kadar Kur'an'ı yalan yanlış okuduğumu, ancak bu son gece fark ettim. Çünkü Fâtiha sûresini açıp okumak istediğim zaman "Ancak sana ibâdet ederiz" âyetine gelince, kendi nefsime bir baktım ve Cenâb-ı Hakk'ı bu âyetle tasdik ettiğimi göremedim. Bu sebeble de "Ancak sana ibâdet ederiz" İyyâke na'büdü demekten, yani bu âyeti okumaktan utandım... Mütemâdiyen "Mâliki yevmiddîn" âyetine kadar gelip bir türlü "İyyâke na'büdü" âyetini okuyamadım... Böylece rükûa vardığım zaman, artık tan yeri ağarmıştı..." demiş. İbnü'l-Arabî'nin rivâyetine göre, bu delikanlı bir saat sonra rûhunu teslim etmiş. Bir müddet sonra da üstad, bu gencin kabrini ziyârete gittiği zaman, mezardan şu sesin geldiğini işitmiş - Ey üstâdım, ben diri olan Allah'ın indinde diriyim. Allah beni herhangi bir bakımdan hesâba çekmedi... C. "Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân gençleşiyor" deniliyor, izah eder misiniz? Evet, fennin çeşitli dallarına ait hakikatları Kur'ân birer cümleyle ifade etmiş ve gözlerimiz önüne sermiştir. Bu zâviyeden hangi sahada araştırma yapılırsa yapılsın, elde edilecek ilmî neticeler ile Kur'ân ayetleri arasında muvâfakat bulunacak ve heryerde Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığı görülecektir. Buraya kadar söylediğimiz sözler birer iddia değil, ilmî tecrübe ve denemelerle ortaya konarak isbatlanmış şeylerdir. Bir iki misal ile buna ışık tutmaya çalışalım "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm’â açar. Kimi de saptırmak isterse onun göğsünü o kimse göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmıyanların üstüne işte böyle pislik sıkıntı ve musibet çökertir. " En'am-125 Bu ayet bir tabiat kanununa işaret etmektedir. Şöyle ki burada "Sema" kelimesi kullanılıyor' Yessa'adu" fii-linin aslı "sa âdu yessa âdu" yükselme, yukarı doğru çıkma demek, bu tefe'ül babına konulup denilerek, tekellüfün hakim olduğu,yani yukarılara doğru çıkarken bir zorlamanın esas olduğu hakikatına işaret edilmektedir. Yessaâdu fiili okunurken bile, okuyanın nefesini kesmektedir. İşte bunlarla Kur'ân şu gerçeği dile getiriyor İnsan yükseğe çıktıkça basınç düşer ve nefes alması zorlaşır. Zira her yüz metre yükseldikçe hava basıncı bir derece düşmektedir. metreyi geçince özel cihazlar oksijen maskeleri olmadıkça insan nefes alamaz ve ölür. Başka bir misal "Rüzgarları aşılayıcı olarak gönderdik de gökten su indirdik, böylece sizi suladık. Yoksa siz suyu depo edemezdiniz. " Hicr-22 Bu âyet de henüz 20. yüzyılda anlaşılan ilmî gerçeği Kur'ân'ın 14 asır önce söylediğinin bir göstergesidir. Şöyle ki; Rüzgârlar su buharından meydana gelen bulutları birbirine çarpıştırır. Bu çarpışmada bulutlarda pozitif-negatif elektron geçişmesi olur, şimşek meydana gelir. Rüzgârlar bulutlan sıkıştırarak yere yağmuru aşılar. Aynı zamanda rüzgârlar, bitkiler üzerinden eserken erkek tohumları dişi tohumların üzerine kondurmak suretiyle onları aşılar. Bitkilerde döllenmeye yardım eder. Yine bu âyet, gökten inen yağmur sularının yerin dibinde depo edildiğini, oradan çeşmeler ve kuyular açmak suretiyle çıkarılarak canlıların sulanabileceğini anlatmaktadır ki Kur'ân 14 asır önce bu tabiat kanununa işaret ederek mucize olduğunu göstermektedir. Bir başka âyet; "ve min külli şey'in halaknâ zevceyn" "Her şeyden iki çift erkek, dişi yarattık" Zâriyat-49 Arapça'da, "umum" bütün mânâsına gelen "kül" kelimesi marifeye bilinen muzaaf olursa umum eczayı ifade eder. Yani bütünün parçalarını içine alır. Nekreye bilinmeyen muzaaf olursa umum efrâdı ifade eder. Ne kadar ferd varsa hepsini ihtiva eder. "Ve min külli şey'in halaknâ zevceyn "derken buradaki "Şey 'kelimesi nekredir. "Herşeyi çift yarattık" demektir. Allah'a bile "şey" denir. Fakat sözü söyleyen Allah olduğundan O, bunun dışındadır. O'nun dışında olan herşey çift olarak yaratılmıştır. İnsanlar nasıl çiftse, sair canlılarda öyle çifttir. Nebâtat ta çift olup onlar arasında da erkeklik dişilik vardır. Âyetteki "Zevceyn" kelimesi erkek ve dişiyi belirtir. Hatta herşeyin asıl maddesi olan atomlar bile çifttir. Onların da bir kısmı artı, bir kısmı eksi yüklüdür. Ayrıca herşeyde câzibe ve dâfia olmak yönüyle de bu ikilik değişik bir şekilde tezahür etmektedir. Eşyadaki bu hususiyet ortadan kalktığı takdirde mevcudatın kendi kendilerini devam ettirmeleri de düşünülemez. Yâsin sûresindeki âyet bu hakikatı daha mufassal olarak şöyle anlatıyor "O Allah'ı tesbîh ü takdis ederiz ki; yerin bitirdiklerinden, nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden olan bütün çiftleri yaratmıştır. " Yasin-36 Görüldüğü gibi o günün insanının müşahedesine arzedilen tablonun dışında o devre göre bilinmeyen bir kısım şeylerden bahsediliyor. Ve diyor ki;"daha sizin bilmediğiniz şeyleri de çift yarattı''. Başka bir âyet ve başka bir mevzu "Semâyı azametle biz kurduk ve ona durmadan vüs'at veriyor ve genişletiyoruz. " Zâriyat-47 Arapçada fiil cümleleri teceddüt, isim cümleleri sebat ve süreklilik ifade eder. "Ve innâ Ie mûsiûn,' bir isim cümlesidir ve mânâ itibariyle üç zamandan birine inhisar etmeyip süreklilik ifade eder. Yani, "Eskiden genişlettik, bıraktık ", "Şu anda genişletiyoruz ","İleride genişleteceğiz" gibi mânâlara değil de "Devamlı ve sürekli olarak durmadan genişletiyoruz" mânâsına geliyor. En yakındaki beş veya altı galaksi müstesna,bütün galaksilerin bizden uzaklıkları ile mütenasip hızlarla uzaklaştıklarını 1922'de Astronom Hubble bildirilmişti. Ona göre bir milyon ışık senesi bizden uzak olan bir sehâbiye Galaksi elemanı, yıldız bizden senede yüzaltmışsekiz kilometrelik bir hızla uzaklaşıyor; iki milyon ışık senesi uzaklıkta olan iki misli, üç milyon ışık senesi uzaklıkta olan da üç misli hıza ulaşmakta. Bu da Belçika'lı matematik alimi, râhip Lemaitre'nin iddia ettiği gibi kâinat'ın,genişleme expansion halinde olduğuna delâlet eder. İlim mahfillerinde ağırlığını devam ettiren "Mekân genişlemesi" 1400 sene evvel Kur'ân-ı Kerim'de zikrediliyordu. Bütün ilim dünyası, ilim âlemi, bir ümminin göıüyle görülen bu hakikât karşısında Kur'ân'a "senin taleben oldum" devip hayret secdesine kapanması gerekirken, maalesef ortada görülen yalnız onların nankörlükleridir. Bir diğer ayetde ise "Gökleri ve yer'i hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine doluyor, gündüzü de gecenin üzerine doluyor Güneş'i ve Ay'ı buyruğu altına aldı"Zümer-5 buyuruluyor. Dünya, kutuplardan biraz basık bir küre şeklindedir. Arapçada tekvîr kelimesi, bir yuvarlak etrafına sarık sarma, bir yuvarlak etrafında dönme mânâsına gelir. Buna göre ayet; "Geceyi gündüze gündüzü` geceye sarıyor. " demektir. Böylece yükevviru kelimesiyle Küre-i Arz'ın küreviyetine apaçık parmak basmaktadır. Diğer taraftan Naziat Sûresinin 30. âyetinde bu mesele kelimenin kökü itibariyle daha açık, anlatılmaktadır; "Uel ârda ba'de zâlike dehâhâ" "Gökleri nizâma, intizâma koyduktan sonra Yer'i de Allah, deve kuşu yumurtası haline getirdi. " Nâztât-30 Demek oluyor ki; dünyamız kutuplardan basık bir küre, bir deve kuşu yumurtası şeklindedir. Te'vil ve tefsire girmeden çok sarih bir şekilde Kur'ân'ın bu hakikatını da hâfızada tutmada yarar var. Bu hususlarda Kur'ân'ın işaret etmiş olduğu çok âyet-i kerimeleri sıralamak mümkün. Fakat bu kadarı ile iktifa ediyoruz. Ayrıca; Kur'ân terbiyeye ait bir kısım esaslar da vaz'etmiştir. Ama terbiye-i Kur'ân bırakılarak, denenen bütün terbiye sistemleri, psikoloji ve sosyolojinin uygulanan bütün kanunları karşımıza bir sürü problemli genç, sergerdan ve çakır keyif tipler çıkarmıştır. Bu böyle devam ettiği müddetçe beşer bunalımdan bunalıma sürüklenecektir. Ama insanlık Kur'ân'la tanıştığı zaman, onu anlayacak, idrak edecek, O'na teslim olacak; gönülleri huzura kavuşturma, kalbleri düzene koyma, kafaları zapt-ü rabt altına alma da yine Kur'ân'ın emirleri ile tahakkuk edecektir. İşte bütün bunlardan dolayıdır ki, zaman ihtiyarlarken daha doğrusu kâmilleşirken, bizim "ahirzaman" dediğimiz zamanın şu devresinde, Kur'ân'ın hakikatları-inşaallah-araştırıcılar tarafından gökteki yıldızlardan daha parlak, daha derin, daha yapıcı ve beşerin gönlünü ikna edici mahiyette ortaya konulacak ve Kur'ân'ın gençliği bir kere daha apaçık görülecektir. Belki insanın iradesi elinden alınmayacak ama, akla çok kapılar açılacak ve çok kimseler Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resûlüllâh diyecektir.
Birçok Müslüman arkadaşım var. Aynı zamanda da Allah’a ve İncil’e de inandığım için, birçok Müslüman arkadaşımla aramda sık sık inançlar ve iman konusunda sohbetler olur. İlginçtir ki, Allah’a inanmayan veya Allah’ın hayatlarında yeri olmadığını düşünen Batılı arkadaşlarıma kıyasla Müslüman arkadaşlarımla çok daha ortak noktamız vardır. Fakat yinede istisnasız olarak her sohbetimizde mutlaka İncil’in ve Kitab-ı Mukaddes’i oluşturan Zebur ve Tevrat’ın da bozulduğunu veya değiştirildiğini, bu nedenle de bugün okuduğumuz mesajın Allah’ın peygamberlerinin ve öğrencilerinin ilk esinlenip yazmış olduklarından çok daha farklı olduğunu ve hata dolu olduğunu duyuyorum. Ben hem Kutsal Kitab’ı Kitab-ı Mukaddes hem de Kuran-ı Kerim’i okuyup çalışıyorum ve aynı zamanda yakın zamanda Hadisleri de okumaya başladım. Beni şaşırtan şey, günümüzde yaygın olarak görülen, Kutsal Kitap ile ilgili olan şüphenin Kuran’da bulunmuyor olmasıdır. Hatta Kuran-ı Kerim’in Kutsal Kitab’ı ne kadar ciddiye aldığını görmek beni çok şaşırttı. Ne demek istediğimi kısaca göstermek Kerim Kutsal Kitap Kitab-ı Mukaddes Hakkında Ne Söyler?De ki “Ey Kitap ehli! Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni Kur’an’ı uygulamadıkça hiçbir şey üzere değilsiniz.” Andolsun ki sana Rabbinden indirilen bu Kur’an, onlardan çoğunun taşkınlık ve küfrünü artıracaktır568 Maide Suresi, Aynı zamanda bkz. 4136Eğer sana indirdiğimiz şeyden şüphe içinde isen, senden önce Kitab’ı Tevrat’ı okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. O hâlde, sakın şüphe edenlerden olma!Yunus Suresi 1094Bunun “Kitab’ın İnsanlarına” Hristiyanlar ve Yahudiler Allah tarafından verilmiş olan vahiyin ilanı olduğunu belirtmek istiyorum. Bu durumda Müslüman arkadaşlarım, bunun verilmiş olan gerçek vahiy için geçerli olduğunu ama gerçek olanın bozulmuş olduğu için günümüzdeki ayetler için geçerliği olmadığını söylerler. Fakat 2. bölüm aynı zamanda Yahudi ayetlerini okuyanlar geçmiş zaman değil ama şimdiki zaman için de doğruladığını söyler. Gerçek vahiyden değil, Kuran-ı Kerim’in verildiği zamanki ayetlerden bahsediyor. Bu, 600 yıllarında bir kaç yıllık bir zaman diliminde Hazreti Muhammed’e SAV açıklanmıştır. Yani bu bölüm 600 yılında var olan Yahudi ayetleri tasdikler. Diğer bölümler de benzerdir. BakınızSenden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine Suresi 1643Senden önce de ancak kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine Suresi 217Bu ayetler Hazreti Muhammed’den SAV önce gelmiş olan peygamberlerden bahseder. Fakat önemli bir şekilde bu öğrencilere/peygamberlere Tanrı tarafından verilmiş olan mesajların halen daha 600 yılında takipçilerinin elinde olduğunu tasdikler. Verilmiş olan gerçek vahiy, Hazreti Muhammed SAV zamanında bozulmuş Kerim, Allah’ın Söz’ünün Değiştirelemeyeceğini SöylerFakat daha güçlü bir anlam şudur; Kitab-ı Mukaddes’in bozulmuş/değiştirilmiş ihtimali bir Kuran-ı Kerim tarafından desteklenmez. Maide Suresi 568’i aklınızda tutun Yasa…Müjde…Tanrı’dan gelmiş olan vahiydir ve aşağıdakileri düşününAndolsun ki, senden önce de birçok Peygamberler yalanlanmıştı da onlar yalanlanmalarına ve eziyet edilmelerine karşı sabretmişler ve nihayet kendilerine yardımımız yetişmişti. Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek bir güç de yoktur. Andolsun peygamberler ile ilgili haberlerin bir kısmı sana gelmiş Suresi 634Rabbinin kelimesi doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla 6115Dünya hayatında da, ahirette de onlar için müjde vardır. Allah’ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. İşte bu büyük Suresi 1064İnsan hiçbir söz söylemez ki onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve kaydeden hazır bir melek Suresi 1827O halde Hazreti Muhammed’den SAV önce gelmiş olan peygamberlere Allah tarafından vahiy gönderildiğine Maide Suresi 568-69’da söylenmiş olduğu gibi ve bu ayetlerin tekrar ve tekrar, net bir şekilde kimsenin Allah’ın Sözlerini değiştiremeyeceğini belirttiğine göre; Tevrat, Zebur ve İncil’in yani Kitab-ı Mukaddes = Kutsal Kitap insanlar tarafından bozulduğu veya değiştirildiği nasıl düşünülebilir? Kutsal Kitab’ın bozulmuş veya değiştirilmiş olmasına inanmak için Kuran-ı Kerim’i inkar etmek Tanrı’nın verdiği farklı vahiyleri, birini ötekinden daha iyi ve kötü görme fikri, çok yaygın olsa da, Kuran-ı Kerim tarafından ki “Biz Allah’a, bize indirilene Kur’an’a, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Yakuboğullarına indirilene, Mûsâ ve İsa’ya verilen Tevrat ve İncil ile bütün diğer peygamberlere Rab’lerinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz ona teslim olmuş kimseleriz.”Bakara Suresi 2136, Aynı zamanda bkz. 2 halde bütün vahiylere karşı olan tutumumuz aynı olmalıdır. Buna onları araştırmamız ve üzerlerinde çalışmamız da dahildir. Başka bir deyişle, bütün kutsal kitapları araştırıp okumamız gerekmektedir. Hatta Hristiyanları Kuran-ı Kerim’i okumaları ve Müslümanları da Kutsal Kitap’ı okumaları için teşvik etmek kitapları okumak zaman ve cesaret ister ve birçok soru işareti oluşturur. Fakat kesinlikle, peygamberler aracılığıyla açıklanmış olan bu kitaplardan öğrenmek, bu dünyadaki zamanımızı harcamaya biliyorum ki, bütün Kutsal Kitapları okumak zaman ve cesaret gerektirmiş olsa ve aklımda birçok soru işareti oluşturmuş olsa da, yapmaya değer bir deneyim oldu ve bu deneyim boyunca Allah’ın bereketini üzerimde hissettim. Umarım bu websitesindeki makaleleri okumaya ve dersleri araştırmaya devam edersiniz. Belki de Hazreti Muhammed’in SAV hadisleri ile Tevrat, Zebur ve İncil Kitab-ı Mukkades’i = Kutsal Kitab’ı oluşturan kitaplar hakkında ne düşündüğü ve nasıl kullandığı ile ilgili yazıyı okumak iyi bir başlangıç olacaktır. O makalenin linki buradadır. Tarihi kitapların güvenilirliğinin nasıl belirlendiği konusunda bilimsel bir merakınız varsa; ve Kutsal Kitab’ın güvenilir veya bozulmuş olup olmadığına bilimsel bir bakış açısından bakmak isterseniz, buradaki makaleyi okuyabilirsiniz.
Benzersizlik Mucizesi Kur'an'ın en önemli hikmeti benzersizlik sırrıdır O kendi lisanı ve özel ahengi içinde okununca; insanın temel vasfı olan duyma hassasını yitirmemiş her insan, onun benzersizliğini hemen sezer Onun bilinen, sözlerden hiç birine benzemediğini derhal farkeder Bu hikmetin nedeni, yitirdiğimiz mono hafızamızdaki dini aksisedadır insanın kalbi; gönlü, Kur'an dalgalarına göre ayarlanmış hassas bir alıcıdır Onu işitince derhal canlı bir ekran gibi anlaşılması güç bir görüntü verir Bu yüzden K'ur'an'da bitmeyen bir tazelik, bozulması imkansız bir safiyet berrak bir arıtılmışlık sezilir Lisanı, belli bir dili temsil etmesine; yani Arapça olmasına rağmen çok net bir anlaşılırlık sezilirAhengi öylesine esrarlıdır ki konular âdeta bu ritm içinde canlı gibi yaşanır ESKİMEZLİĞİ Bilindiği gibi kula ait her söz ve yazı zaman rüzgarı altında yıpranır, eskir ve etkisini kaybeder Allah kelâmı olan Kur'an ise her geçen gün tazelenir, güçlenir Her hükmü zamanını aşarak asırlar ötesine hükmeder Kur'an dışında her yazılan, zamanının bilgi ve yargılarını taşıdığından değerini yitirmeye mahkûm olmuştur Çok eskiden örnek almaya gerek yoktur Henüz yüzyılımızın başında ortaya atılan felsefi doktrinler, çağının ateist, materyalist görüşlerine dayandığından günümüzde hemen eskimiş, yapılan tüm yamalara rağmen değerlerini yitirmişlerdir Halbuki Kur'an'ın indiği çağlarda anlaşılması imkansız birçok hükümleri, yeni yeni anlaşılabilmektedir Kur'an'ın inzal olduğu çağda yeryüzünde ilim bağımlı, sosyal ve ekonomik yapı tam bir keşmekeş içinde idi Yalnız kaba kuvvet dışında topluma etki yapan hiç bir güç tanınmıyordu Kur'an, dünyanın bu çılgın sapkınlığına tek başına karşı koydu İlmi tüm güçlerin başına geçirdi Ahlâkın toplumda tek dayanak olduğunu ilan etti ve uyguladı Bugün insanların, insanlık adına övüneceği tüm ilkeleri, inanan-inanmayan, tüm toplumlara kabul ettirdi Yüzyılımızda hâlâ tartışma konusu olabilen insan eşitliği ilkesini, çıkarcı güçlerin tüm direncine rağmen kabul ettirdi Çağımızın insan hakları konusunda en büyük düşünürü sayılan Roger Garaudy bu gerçeği tesbit ederek 1981 yılının Nisan ayında Müslüman oldu ve Kur'an için Çağların daima en önünde giden Allah kelâmıdır» dedi Bugünün batı dünyasının bilim adamları R Garaudy için ne diyecekler bilmem Fakat daha 1982 yılı sonuna kadar bizdeki aydınlar onun için son üç yüzyılın en büyük düşünürü diyorlardı Bir batılı bilim eleştirmeni de onun için Tüm bilimsel doktrinler kaybolsa, o en güzelini yeniden kurar» diyordu İşte Garaudy bilimsel doktrinini kurdu ve Benim doktrinim Kur'an'dır, çünkü o yeryüzünde eskimeyen, çağları arkasında sürükleyecek kitabdır» dedi Bir savaş, bir bilimsel buluş, anında inançları, düşünce yargılarını, derhal yok etmektedir 15 Asırdır yüzlerce savaş, binlerce bilimsel keşif bile Kur'an'ın tazeliğini korumasını engellememiş, aksine onun gerçeklerine bizi büsbütün yaklaştırmış, hayranlığımızı artırmıştır Yeryüzündeki tüm düşünceler, inançlar, mutlaka Kur'an'ın hikmetlerinden birini taşırsa ayakta kalır Ve de Kur' an tüm bu fikirlerin üstünde onlara hakimdir Ona ters düşen her inanç çürür, yok olur, ondan güç alan düşünceler ise canlı ve taze kalır Yine batılı bir düşünür Bernard Shaw Sizce yeryüzünde en ilginç olay nedir?» diye sorulduğunda Yeryüzünde bunca kavga ve düşünce kargaşasına rağmen, Kur'an'ın tazeliğini, korumasıdır» diye cevap vermiştir Kur'an, güzeli, gerçek insanın mizacını dile getirmektedir Onun hükümlerine, ahlâkına ters düşen, mutsuzluğa ve çıkar kavgasında eskiyip yok olmağa mahkûmdur Kur'an'ın Lisanı Birçok âyetlerde, Kur'an'ın bir hikmetler kaynağı olduğu, anlaşılabilmesi, ya da kolay anlaşılması için Arapça olarak gönderildiği bildirilmiştir Sûre 12, Âyet 3 Elif-lâm-râ, bunlar gerçeği açıklayan kitabın âyetleridir Biz onu anlayasınız diye arapça bir kur'an olarak indirdik» Âyetten açıkça anlaşıldığı şekilde Kur'an, evrenin bütün bilinmezlerini kapsayan bir şifreler kitabıdır Yani bilimsel anlamda tüm bilgileri depo eden bir bilgi hazinesidir Bu bilgi hazinesindeki hikmetleri, rumuz harflerin ifadesinden de anlayacağımız şekilde kavrayabilmek kolay bir iş değildir; ancak, Cenab-ı Hak, bu hikmetler ve bilgiler kitabını anlayabilmemiz için, kuruluş açısından en geniş imkânlı bir lisan olan arapça olarak göndermiştir Yine rumuz harflerinin açık âyetler olduğu bildirilen bu âyetler içinde, bir şifre, bir evren yasası ve kuralı olmuş niteliği çok açıktır Diğer taraftan Kur'an'ın Levh-i mahfuz olduğu da bir çok âyetle bildirilmiştir Levh-i mahfuz, evren gerçeklerinin yazılı olduğu bir kompitür sistemidir Demek ki Kur'an, evren gerçekleri, yasaları ve kurallarının matematik sistem içinde Arapça'ya aktarılması olayıdır Bu söylediklerimiz Kur'an'ın kesin beyanlarıdır ve herhangi bir yorum yoktur Evrene ait pek çok gerçeği içeren Kur'an'ın, Arapça oluşunu, Arapça'nın en iyi lisan oluşu gerçeğinde aramak gerekir Bir kompitür bandını bir lisana aktarmak için elbette, özellikle kelime deryası zengin, grameri güçlü bir dilin seçilmesi gibi zorunluğu bu konunun ehli çok iyi takdir eder Şu halde Kur’an’ın, ileriki bölümlerde göreceğimiz gibi, birçok bilimsel sırlar saklaması tabiîdir Onun harflerinde ve kelimelerinde mutlaka çok özenle hesaplanmış hikmetler vardır Bu gerçekleri bilerek, hatta görüp yaşayanlar için Kur’an’ı tercüme etmekteki imkansızlık, pek açıktır, belki lisana çeviriler çok kaba hatlar ile manaya yaklaşım içindir Yine bilinmektedir ki Kur’an Arapçası, başlı başına değişik bir Arapçadır Çeşitli Arapça şivelere hatta zengin ve ağdalı Arapça edebiyata Kur’an’da rastlamak mümkün değildir Bu yüzden bazıları Kur’an Arapçasını halk lisanı olarak tanımlamaya kalkmıştır Halbuki Kur'an Arapçası çok özel bir Arapça'dır Hem Iirik, akıcı bir üslûbu vardır, hem çok bilimseldir Hem her okunuşta kolayca anlaşılır, hem okudukça yeni manalar açılır Ayrıca Kur'an Arapçasının çok önemli bir yönü, Kur'an'da geçen pekçok Arapça kelimelerin daha önce hiç kullanılmamış olmasıdır Arapçada geçen fakat yalnız sınırlı amaçlar için kullanılan kelimeler de Kur'an'da bilimselleştirilmiştir Cennet ve Cehenneme ait birçok özel kelimeler ve Levh-i Mahfuz deyimleri, ilk kez Kur'an'da geçmektedir Zemheri kelimesi bile ilk kez Kur'an'da izlenmiştir Özetle söyleyebiliriz ki Kur'an Allah ilminin Arapça olarak verilişidir Ancak onun lisanı klasik Arapçadan ahenk açısından farklıdır Bu gerçekler içinde Kur'an çok özel bir Arapçadır Onun kelimeleri hem ahenkleşecek biçimde seçilmiş, hem de o kelimenin tercümesi manaya çok gizli sırlar getirmiştir İlk bakışta Hünnes ile Künnes ahenk için yanyana geldi sanılır Halbuki bu kelimeler evrenin temel yasalarını temsil etmektedir Kur'an'ın Âhengi Kur'an'ın âhengi, batı deyimi ile ritmi, başlı başına ilâhi bir mucizedir Özellikle gönlü ve rûhu ahenk zevki taşıyanlar, onun ahengi ile mest olurlar Bilindiği gibi her sûre kendi konusu içinde ayrı bir ahenk hikmeti taşır Bir yandan âyet sonundaki kafiye ritmi, bir yandan bir âyetle tüm akıcılık, bir parça nasibi olanı mest eder Kur'an'ın mânâsına aşina olmayanlar bile bu ahengin güzelliği içinde mânaya yaklaşırlar Sûre-i Rahman'ı bir okuyunuz, hiç mânâsını bilmeden Allah'ın hilkatteki san'atının büyüklüğünü hemen sezersiniz Sûre-i Vakıa'yı okuyunuz, hiç anlamadığınız halde adeta mahşeri yaşarsınız Kur'an'daki bu ritm mucizesi âyetleri kısa olan son iki cüzde büsbütün göze çarpar Adeta insanı kendi ahenginde eritir Sure-i Tekvîr'j bir kez okuyunuz bakın mahşerdeki tabloyu yaşar gibi nasıl sezeceksiniz Sure-i Müddessir'de Velid'in azarlanmasını hayretle içinizde hissedersiniz işte Kur'an'ın bu akıl almaz ahengi ve ritmi, onun ilahi kitab oluşuna hiç tereddüt bırakmayan bir mucize sırrıdır Daha geçen yıl Kur'an'daki bu âhengi farkeden iki ünlü batılı müzisyen İslam dinini seçmiştir İngiliz pop müzik sanatçısı Rum asıllı Cat Stevens Kur'an-ı dinledikten sonra gitarını atmış Ben böyle bir nağme ritm ve ahenk dinlemedim Bu ilâhi bir kelâmdır» diyerek Müslüman olmuş, tüm servetini İslâm'ı tanıtma yoluna sermiştir O günden bu güne bir tek ilâhî bestelemiş, kendi müziğini terketmiştir Yine dünyanın en ünlü kariograf ve dans üstadı Maurice Bejard, Kur'an'ın ahengindeki mucizeye hayran kalarak müslüman olmuş, mesleğini terk ederek kendini Kur'an'ın Avrupa'da tanıtılmasına adamıştır Kıymetli okurlarım Kur'an'ın bu ahenk mucizesini sezmemiz için Kur'an'ın hem tertil ile okunması, hem dinlenmesi farz kılınmıştır Kur'an'ın, sırf dinlenirken âhengindeki akıl almaz mucizesi, ölü kalplere hayat veren bir sır taşır Onun âhenginden, yitirdiğimiz mânâ hafızamıza can gelir Bir başka deyişle insanın mânâ kişiliği Kur'an nağmelerine göre ayarlanmış Onu duyunca çalışan esrarengiz bir alıcıya benzer, o nağmeler insan dediğimiz bu varlığı evrenin sonsuz boyutlarına ışınlar Bu bir gerçektir ve pek çokları bu âhehkle sonsuzlaşmışlardır AYETLERİN SIRALANIŞ SIRRI Birçok bilim adamı, sırf âyetlerin inzâl oluşdaki kesik kesik, fakat tamamlayıcı sıralarına bakarak Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu sezmiştir Mesela 6'ncı sûre, 165 âyettir ve Mekke'de; yani hicretten önce nazil olmuştur Bu sûre'nin 91, 92, 93, 151, 152, 153'ncü âyetleri Medine'de yıllar sonra nazil olmuştur Sûre bütünü içindeki âhenk hiç aksamamış, aksine tamamlanmıştır Yine 9'ncu sûre Mekke'de inzâl olmuş, 128 - 129'ncu âyetleri Medine'de inzâl olmuştur 75 âyetle kurulu 8'nci sûre'nin 30 - 36'ncı âyetleri yıllar sonra Medine'de inzâl olmuştur 99 âyetten kurulu 15'nci sûre'nin 87'nci âyeti Medine'de inzâl olmuştur 8 ve 15'nci sûrelerin aralarında inzâl olan bu âyetler, o sûreleri âhenkli bir şekilde tamamlamıştır Ancak bu âyetlerin önceden nüzûl etmemesinin nedeni o günki İslâm topluluğunun belli bir süre içinde Efendimiz tarafından yetiştirilmesi hikmetidir Âyetlerin böyle farklı aralıklarla belli sıraya göre değil de; ilâhî murada uygun olarak inzâl edilmesi, gerçekten ilâhî bir mucizedir Allah ilâhî bilim merkezinde tesbit ettiği Kur'an'ı, onun mesajları olan âyetleri ayrı ayrı zamanlarda göndermiş 22 yıl sonra bu ilâhî eseri tamamlamıştır Kısa vadede tamamlanan sûrelerde bile bu farklı kesiklikler vardır Mesela ilk âyetler 96'ıncı sûre'nin ilk başında gelmiş, sonra bu sûre devam etmemiş 78 ve 74'ncü sûre'nin baş kısımları inzâl olmuştur, daha sonra da Besmele ve Fatiha inzâl olmuştur Bu sıranın hemen sonunda 73 - 74'ncü sûreler ve ilk gelen âyetleri kapsayan Alâk suresi tamamlanmıştır Kur'an'ın ilâhî kelâm olduğuna inanmayanlar için bu tarz bir inzâlın izahını yapmak mümkün değildir Hiçbir insan zihni bu tarz mucizevi bir sıralanışı düzenleyemez ve denkleştiremez Âyet sıralanışlarında birçok hikmetler de vardır, bunlar konumuzu aşmaktadır Ancak ben, bir tane örnek vermek istiyorum Son gelen âyetler, dünyanın sona yaklaşırken arzettiği yaşayış durumunu açıklamaktadır Son gelen sûre Nasr, dünyanın sona yaklaşırken pek çok akıllı kişinin İslâm’a koşacağını simgeler Yine 2'nci sûrenin son bölümlerine yakın âyetler de son gelen ayetlerdir
Kuranı Kerimin Allah Tarafından Gönderilmesinin Amacı Kayıtsız Üye kuranı kerimin allah tarafından gönderilmesinin amacı nedir ? Cevap Kuranı Kerimin Allah Tarafından Gönderilmesinin Amacı Deli Sevdam Kuranı Kerimin Allah Tarafından Gönderilmesinin Amacı Allah, Kuranıkerim’i tüm insanlığa rehber olsun diye göndermiştir. Onun temel amaçlarını şöyle sıralayabiliriz 1. İnsanların ve diğer varlıkların yaratıcısının Allah olduğunu bildirmek Kuranıkerim evrende bulunan sınırsız sayıda varlıklıklara, bunlar arasındaki muazzam ilişkiye ve evrendeki mikro planda ve makro düzeyde ilişkiler ağına dikkatimiz çeker. Bunların sahipsiz ve yaratıcısız olmadığına, onların boş ve nedensiz olarak yaratılmadığını vurgular. Bütün bu varlıkların yaratıcısının, hakiminin, yöneticisinin Allah olduğunu bildirir. 2. İnsanların varlıklar içinde seçkin bir yerinin olduğunu ve sorumluluklarının bulunduğunu bildirmek Allah insanı varlıkların en üstünü ve en vasıflısı olarak yaratmış, diğer varlıkları onun emrine vermiştir. İnsan, akıl ve becerileriyle keşfedebildiği varlıkları inceler, kullanır ve yönetir, yaşatır veya dönüştürür. Allah, insana bu gücü verenin kendisi olduğunu, bunu unutmamasını, eğer unutursa yeryüzünün düzeninin bozulacağını hatırlatır. Çünkü yaratıcısını tanımayan insan, ya kendini ya da başka güçleri tanrılaştıracak ve onun emrettiklerini yerine getirecektir. 3. İnsanların davranışları, işleri ve sorumlulukları hakkında yönlendirici bilgiler vermek Yaratıcı, insanlara işlerinde ve davranışlarında nelerin doğru nelerin yanlış olduğunu genel hatlarıyla bildirmiştir. Bu sayede insanlar, arzu ve isteklerinin etkisiyle yanlışı doğru, doğruyu yanlış görmekten kurtulmuşlardır. İnsanlar bu ilkelere uyduklarında işlerini doğruluk üzere yürütecek, yeryüzünde hak ve adaletle yaşayacaklardır. 4. İnsanların yaptıklarından ve yapması gerekirken terk ettiklerinden dolayı sorumlu olduklarını ve bunların hesabını vereceğini bildirmek Allah insana yüce duygular ve amaçlar verdiği gibi, adi ve bencilce duygular da vermiş ve insandan onlar arasında denge kurmasını, doğru olanı seçmesini yanlış ve kötü olandan uzaklaşmasını istemiştir. İnsan doğruyu bulma, yanlıştan uzak durma ve kaçınma çabası içindeyken, bu yolla kendini olgunlaştıracak ve cennete layık bir varlık haline gelerek ölümsüzlüğe erecektir. Allah, Kuranıkerim aracılığıyla bize sorumluluğumuzu hatırlatır ve dengeleri iyi kuramayıp yanlışlara ve kötülüklere daldığımızda, bunun doğal bir sonucu olarak acı ve ızdırapla karşılaşacağımızı bildirir; bizi uyarır. Kuranıkerim’in, ondan önceki kutsal kitapların, bütün peygamberlerin gönderiliş amaçları işte bu dört maddeden ibarettir.
kurani kerimin icinde kil cikmasi